dahauzunyıllardüşünüpyazası büyük kalem çetin altan , yıllardır
yazılarında gelenek haline getirdiği biçimde bu sene de muhtemelen değinmiştir ama biz de
söyleyelim ;
iki gün sonra kuzey yarımküre için en
uzun gündüz zamanı...
yaz mevsiminin en uzun
yaşanacak gününün zamanı ....
“daha dur yahu yaz
başlamadı bile, ne demek bu..” deseniz de bundan sonra saniye saniye gün gün kısalacak
gündüzlerin aydınlığı...
ayrıca yine hepimiz
farkındayız ki ; dünya da türkiye de çok sıcak geçecek bir yaz mevsimi daha yaşayacak...bu
durumun türlü nedenleri var
elbette...birincisi, hakikaten artık küresel
ısınma denen bir bela var insanlığın üzerinde ve ironik biçimde bu
belayı yaratan da yine insanın doymak
bilmezliği...gözü açların arsızlığı....
benim kuşağım bile
neredeyse 50’sine geldi ve yaz ayları yıl yıl meteorolojik olarak ısınırken ülkemizin
politik gündeminin sıcaklığı da hiç bitmedi...oysa , hayata sakince ve yukarı akıldan bakmayı başaran zihinler için adına
siyaset politika dediğiniz olgu da, bir ölüm kalım meselesi değil, bir tercihte bulunmanın ortak bir yaşama alanına yansımasından ibaret...
evet , siyaseti,
seçimleri küçümsememek gerekir...
kesinlikle doğru...
ama siyaset diye diye
de hayatı atlamamak gerekir...
çünkü siyaset yalnızca
seçimler kişiler yönetenler değil ki...
ve seçimler de siyaset yapmanın unsurlarından yalnızca
biri...
bu yüzden siyaseti tek
bir noktaya , seçimlere , kişiye veya kişilere
de asla indirgememek ve daha da önemlisi keskin kutuplara savrulma bahanesi yapmamak aslolan...işyerinizde arkadaşınızla
kurduğunuz ilişki de, evinizde çocuklarınıza ettiğiniz cümleler ve açtığınız
kapılar da hatta mecazen söylersek etrafınızdaki insanların kah suratlarına
vurduğunuz kah gül uzattığınız pencerelerin her biri de siyaset çünkü...
her şeye hakim olmak
isteyen mutlak gücün kutsallaştırıldığı, ikonlaştırıldığı zaman ve coğrafyalarda ortak alana yansıyan ya da yansıtılan
kavgalara kendinizi kaptırır ve duruşunuzu
tavrınızı cümlelerinizi yorumlarınızı tek bir yere sabitlerseniz kendinize de faydanız olmaz, etrafınıza da...ülkenize
de…
sonuçta hayat dediğiniz
şey de, huzur veren adımlarla yürümek ve
ömür saatinin dolacağı zamana kadar yaşayacaklarınızı
katmanlandırma ve anlamlandırma çabalarınızın
toplamı...
bu anlamlandırma
çabasını, -insan olduğunuzu unutmamak
şartıyla- çiçeklerle dolu bir bahçeye emek vererek de , evinizin içinde
kendinize huzur adası kurarak da , bir başka insanı sevip önemseyerek de , iyi
bir sporcu olmayı hedefleyerek de , gepgenç
insanlara yeni düşünce kapıları açarak da ya da bir taş gibi yıllarca
oturup düşünerek de.... yapabilirsiniz...
seçenekleriniz sonsuz olduğu gibi bunun formülü de yoktur ve
kimsenin kimseye sunacağı reçete de olmamalıdır...
toplumlar , bireyler ,
milletler de dalgalı günler
geçirebilir...
nasıl içine doğduğunuz
aile sizin temel gerçekliğinizse ve hayatınızdaki çok şeyi öncelikle bu
gerçekliğin üzerine inşa ederseniz ülkelerin coğrafyaları da o toprakta yaşayan milletlerin kaderidir...
türkiyemizin kaderi de
coğrafyasından bağımsız değil.
güç kavramının her şeyin
önüne geçirildiği bir coğrafyanın tam kıyısındayız…oysa hayat yalnızca güç
kavramıyla tadına varılacak bir olgu değil ki…
bu sosyolojik etnik siyasi coğrafi tarihi gerçeklikleri
daha çok uzun yıllar konuşup yazacak bu toplumun düşünenleri...tıpkı geçmişte
de yaptıkları gibi…
siyaset yapan isimler de
yeni cümleler kuracaklar önerilerde bulunacaklar tabi ki...
bizler de bu ülkenin
vatandaşları olarak
dinleyeceğiz,
okuyacağız, düşüneceğiz ...
hatta hatta
tartışacağız, sitem
edeceğiz ve bir karara varacağız...
ama kırıp dökmeden...
ama
ötekileştirmeden....
ama düşman
bellemeden....
ve daha düne kadar siyasette,
günlük hayatta , komşulukta , işyerinde kolkola girdiklerimizi, aynı masada iki
yudum içtiklerimizi, selam sabah verdiklerimizi de küçük bir nedenden dolayı ,
siyasi analizlerinden dolayı yaftalamadan, ayrıştırmadan, düşman bellemeden
yapacağız bunu...
amalı cümleler kurmadan
yapacağız bunu...
bunun başka yolu yok
çünkü...
bunun başka yolu varsa
da, o yol tutulacak yol değil çünkü....
son yıllarda çocukluğumun
yaz günlerini daha çok hatırlıyorum güneş böyle beynimize beynimize vurdukça...
son yıllarda çocukluğumun
yaz günlerini daha çok hatırlıyorum bitirilmek için çaba harcanması bir yana,
habire körüklenen çiğ
gerginlikler ruhumuza ruhumuza vurdukça...
o yaz günlerinde , sakalları
bile daha çıkmamış gepgenç bir çocuk adam olarak kitaplarım ve dergilerimle de
mutlu bir adamdım ben...
milliyet sanat dergisinin çıkmasını dört gözle beklerdim...
zeynep oral’ı , cemal
süreya’yı, murathan mungan’ı yudum yudum okurdum...
aradan bin yıl geçtikten
sonra bugün yine okudum zeynep oral’ı ...
elbette sakallarım çıkalı
çok oldu...
elbette sakallarımda
saçlarımda beyazlar da çok oldu...
hatta hatta siyahlar
çoktan yenildi beyazlara sakallarımda da saçlarımda da....
aradan bin yıl geçtikten
sonra bugün yine okudum zeynep oral’ı ...
ve daha iki gün önce
izlediğim o filmi de KIŞ UYKUSU’NU anlatan yazısını...
güncel siyasetle ilgili
haleti ruhiyesini paylaştıktan sonra şunları demiş zeynep oral beni bir kez
daha 15-16-17-18 yaşlarıma götüren o güzelim ve filmle ilgili cümlelerinin her
birine katıldığım yazısında ;
“ Hüzünle
baş etme yollarını ararken Nuri Bilge
Ceylan’ın “Kış Uykusu” filmini gördüm. Muhteşemdi. Çok yazıldı çok
söylendi. Senaryo, diyaloglar, görüntü, kurgu, oyunculuk, müzik... Baştan sona
bir ustalık, baştan sona eşsiz bir özen, sonsuz bir denge ve uyum işi...
Emre
Kongar filmden aldığı edebiyat tadını vurguluyordu, ben de filmden aldığım
tiyatro tadını vurgulamalıyım...
Film
üzerine okuduğum yazılarda diyaloglar söz konusu olduğunda Çehov adı da sık
geçiyordu. Zaten jenerikte de “Çehov
öykülerinden esinlenme” diye belirtilmişti... Bence tıpkı Çehov oyunlarında
olduğu gibi, diyaloglardan çok, susuşlarda, sessizliklerde vardı o Çehov
etkisi... Karakterlerin söylemediklerinde vardı o insanın içine işleyen hüzün,
o müthiş teatral atmosfer ve de ülkemin ruh hali...
Filmden
ayrılırken hüznüm dağılmamıştı. Ama mutluydum. Benim ülkemde böyle bir film
yapıldığı için, böyle sanatçılar var olduğu için...
“Kış
Uykusu”nun senaryosunun kitaplaşmasını beklerken, filme emeği geçenleri
kutluyorum.
Cumhurbaşkanlığı’na
gelince... Aklımda ‘Vanya Dayı’ oyununda
Astrof’un söyledikleri var. (Ki Astrof, oyun kişileri arasında en çok
Çehov’a benzeyendir.)Şöyle der:
“Bizden
yüz, iki yüzyıl sonra yaşayacak ve yaşamımızı böyle aptalca, böylesine tatsız
bir biçimde tükettiğimiz için bizi küçümseyecek olanlar, belki de mutlu olmanın
bir yolunu bulacaklardır.”
*******
yedigünyazılarının değerli okurları bir de onat
kutlar’a ait muhteşem bir şiir vardır ve şunları demiştir onat kutlar….
Akşamüstü oturdum yol
kıyısına
Düşündüm
Ne kalacak bizden
geriye
Balkan yaylasından ve
bozkırlardan
Kafdağlarına giden şu
bulut
Sonsuz mevsimlerle
esmerleşen
Şu toprak ve derin
çınar ağacı
Biz yokken de vardı
Çocukların şu gülen
sarı feneri
Ayışığı
Ve ıssız balkonlarda
Kırmızı biberlerle
üzgün yaşlıları
Aynı mandalda kurutan güneş
Çayırda gölgeler
bırakacak
Dalgın yeryüzünde
çekilirken
Kalabalık çarşılara
tortusu
Çökecek
Tüccarın kanpazarından
Mezarlığa taşıdığı
paranın
Değirmeni döndüren ter
ırmağı
Kuruyunca ardında tuz
kalacak
Ve bir anı öfkeli
işçilerden
Sinirli kediler bir
tekir şerit
Olacak
Ve bir çöl esintisi
Dörtnala kaybolan arap
atları
Bir çavdar haritası
çizecek
Bozkırı terkeden tarla
faresi
Kuş tüyleri gökyüzünün
camını
Buzlu yazılarla
donatacak
Her şey değişiyor ama
ne yapsak
Duracak
Tarihin uzun duvarı
Taşlara kırmızı izler
bırakan
Ve aynı kıyıdan
yürüyen köle
Silecek kralların
adını
Gene de karanlık dağ
başlarında
Yarın bir kin gibi
hatırlanacak
Kanlı soy ağacının
dalları
Kiraz ve kamıştan
kavalımızın
Sesleri
Dağılıyor havada
Bir kuyu ağzından
geçiyor gibi
Rüzgarı mor fistanlı
zamanın
Bu güzel şarkı da
unutulacak
Kıyımlar acılar kanlar
içinde
Savrulurken
yaşadığımız günler
Bu soruyu mutlaka
soracaksın
Ne kaldı ne kaldı
bizden geriye?
( murat örem / 19
haziran 2014 / ankara….)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder