*"114" ayrı ülkeden günlük ortalama "500" ziyaret !
*her cümle "5846" sayılı yasa korumasında !
*fotolar "ekseriyetle" büyütülebilir !
*sağ alttaki küçük dünya ?

18 Kasım 2013 Pazartesi

sevgi soysal ; "yarım kalan türkü...."


Attila İlhan’ın çok yerinde tanımıyla söylersek ;
Yarım Kalmış Türkü dür  Sevgi Soysal...

22 kasım 1976’da öldüğünde yalnızca   40 yaşındadır...

 Çocukluk ve ilk gençlik yıllarını Ankara’daki Selanik Caddesi ile Yenişehir semtinde geçiren Sevgi Soysal için Ankara, beraber büyüdüğü çocukluk arkadaşı’dır...

Erdal Doğan,
Sevgi Soysal; Yaşasaydı Aşık Olurdum
 isimli kitabının bir yerinde şunları yazar ;

Sevgi Soysal,
başkenti anlattıkça hayatını,
hayatını anlattıkça
başkentin kırılma noktalarını görecek,
Türk edebiyatında
bu bozkır şehrine farklı bir sayfa açacaktır.
Onun çocukluk yılları
bir anlamda
başkent Ankara’nın da 
çocukluk yılları sayılır…

Sevgi Soysal’ın çok erken yaşta kaybettiği annesiyle arasında farklı bir ilişki hatta rekabet  vardır...Gariptir ki ,  37 yaşında kanserden ölen annesinden yalnızca üç yıl fazla  yaşayarak 40 yaşında annesi gibi kanserden ölecektir Sevgi Soysal da...

TRT Ankara Radyosunun koridorlarına da sesi, varlığı ve emekleri sinen Sevgi Soysal “Arkası Yarın” ve “Çocuk Bahçesiprogramları için edebiyat uyarlamaları da yapmıştır ...

Yaşadığı sürece toplumla, siyasî otoriteyle , edebiyat dünyasıyla hatta hatta kendisiyle savaşmaktan usanmayan Sevgi Soysal için 1975 sonbaharında açılan cephe çok daha sinsidir ;

Kanser...

Yurtdışı dahil yaklaşık bir yıllık tedavi çabalarından sonra Sevgi Soysal ölümünden bir gün önce İstanbul’a getirilir....

Annesi gibi genç ölmekten korkan ve yakın çevresine sık sık

Benim annem 37 yaşında kanserden öldü,
ben de kırkıma gelmeden öleceğim.”

diyen Sevgi Soysal,  22 Kasım 1976’da öldüğünde 40 yaşındadır....

      Kardeşi Duygu Aykal da kanserden öldüğünde yıl 1988'dir ve Duygu Aykal  45 yaşındadır...

      Aradan yıllar geçecek Sevgi Soysal'ın bir başka kardeşi mimar Kaya Yenen de 2004 yılı temmuzunda hızlı tren kazasında kaybedecektir hayatını....

      Aşağıda okuyacağınız uzun yazı 
Hacettepe Üniversitesi Öğretim Üyesi Sibel Hatipoğlu’nun da
çok değerli katkılarıyla 2010 yılında hazırlanmıştır....

Ölümünün 37. yılında “yarım kalan türkü”  Sevgi Soysal’ı saygıyla hatırlayarak ve anarak....

( murat örem / 18 kasım 2013 / ankara...) 

                                                  
                                                      **********


sevgi soysal ; “yarım kalan türkü....”

Sevgi Soysal , tanık olduğu olayları, buhranlı yılları, toplumsal değişmeyi ve hızlı değişimin ortasında kadın olmayı,  insan gerçeğini de hiç unutmadan anlatmış bir usta  kalemdir...

Başkent  Ankara’yı fazla fazla anlatan  yazarların başında gelmiştir...
 Murat Belge  Sevgi Soysal’ın ölümünün hemen ardından 1976 tarihli yazısında şunları der;

“ Her yazdığı, bir öncekinden çözülmemiş kalanı çözüyor, ama aynı zamanda, kendine ve edebiyatımıza, yeni, henüz çözülmemiş sorular soruyor.
Mükemmeli amaçlayacak kadar cesurdu, çünkü Sevgi, imgelemenin, bugün için bilinemeyene doğru uzanan uçlarını, yapay ‘edebî’ çözümlemelere bağlamıyordu.
Bu nedenle kendi içinde dehşetli tutarlı olduğu ve sürekli geliştiği halde, açık bir çizgiydi Sevgi Soysal’ın çizgisi...
Bu çizgi dosdoğru hayatın içine akıyordu…
Sevgi Soysal’ın başarısı, cesaretinden, dürüstlüğünden ve zekasından ileri geliyordu.”

1936 İstanbul Bakırköy doğumlu Sevgi Soysal, altı çocuklu Mithat ve Aliye Yenen çiftinin üçüncü çocuğudur. 1924 yılında Türkiye ile Yunanistan arasındaki  mübadele / karşılıklı nüfus değişimi sonucu ailesiyle beraber İstanbul’a gelen  Selanik kökenli baba Mithat Yenen, İstanbul Erkek Lisesi’ni bitirdikten sonra eğitim için  Almanya’ya giderek  Mimarî ve Şehircilik Bölümü’nde eğitim görür...Mithat Yenen öğrenciliği sırasında tanıştığı ve sonradan Aliye adını alarak Türk vatandaşlığına geçen Alman  Anneliese Rupp ile evlenir. Sıkıntılı günlerin ardından Mithat Yenen’in okulu biter ama bu kez de II. Dünya Savaşı’nın ve Hitler’in ayak sesleri duyulur... Almanya yaklaşan savaşa hazırlık yaparken hızla silahlanır... Mithat ve Aliye Yenen 1935 yılında Almanya’dan önce İstanbul’a gelir....Mithat Yenen’in  Şehircilik Uzmanı olarak atanmasıyla Sevgi Soysal ve ailesi için Ankara yılları başlar .

Sevgi Soysal’ın kişiliğinin ve  yazarlığının biçimlenmesinde  anne babası çok etkili olur. Baba Mithat Yenen’in öne çıkan yanlarından biri de alaycı, sarkastik  ve ironik  tarafıdır.

Mithat Bey, sakarlığı sebebiyle Sipsi” diye takıldığı kızı Sevgi’yi de  sarakaya alır yaşadığı dönemde...

Sevgi Soysal’ın annesiyle arasındaki  farklı bağ zaman içinde öne çıkar...Babasından bile kıskandığı annesine daima kendisini beğendirip  kanıtlamaya hatta   yarışıp galip gelmeye çabalar çocuk ve genç Sevgi.... Yıldırım Bölge Kadınlar Koğuşu kitabında anlattığı gibi, her gün yapılacak işler konusunda öz disiplin kazanmasında Alman geleneğinden gelen  annesinin büyük payı vardır...

Öğrenime Ankara’da başlayan Sevgi Soysal, liseye de dönemin güçlü okulu Ankara Kız Lisesi’nde devam eder. Soysal’ın alaycı ve muzip yanı öğrenciliğinde de başına dertler açar ve okuldan kısa süreli uzaklaştırmalar yaşar.
Hayat sanki tehlikelerin farkına varmak istemediği,
sınırların habire zorlandığı  bir oyundur Sevgi Soysal için
daha  o yıllardan..

Yüksek öğrenimine Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’ndeki  arkeoloji bölümünde devam eder Sevgi Soysal.
Varoluşçuluk ve  avantgarde tartışmalarının öne çıktığı  üniversite dönemi, Sevgi Soysal’ın öykücülüğünün kuramsal alt yapısını da hazırlar bir anlamda...

Sevgi Soysal üniversitede İngiliz Filolojisi Bölümünde okuyan ve arkeolojiden de dersler alan Özdemir Nutku ile tanışır. Tiyatro teorisi denince Türkiye’nin akla gelen ilk isimlerinden olan Profesör Özdemir Nutku, o dönemde şiir yazan, çeviriler yapan, verdiği piyano konserleriyle dikkat çeken biridir.

Sevgi Soysal, Özdemir Nutku ile adım attığı edebiyat ve sanat çevresi içinde Orhan Duru, Ferit Edgü, Demir Özlü, Erdal Öz ve Ahmet Oktay gibi pek çok isimle arkadaşlık kurar...

Sevgi ile Özdemir bir çok Ankaralının içini titreten  ve artık yerinde yeller esen Piknik’te buluşurlar...Kızılay’daki Tuna Caddesi’nin girişinde bulunan Piknik ayakta bira içilen masaları, şarküteri büfesi, camlı vitrin terasıyla Ankara’nın efsane yerlerindendir...

Özdemir Nutku 24, Sevgi Soysal 19 yaşındayken evlenme kararı alırlar. Bu karar  ailelerinin tepkisiyle karşılaşır...Evlenmelerinden bir yıl sonra Özdemir Nutku’ya burs verilince Almanya’ya giderler. Üniversiteyi  yarıda bırakan Sevgi Soysal, Özdemir Nutku ile beraber Almanya’da bir süre tiyatro derslerini takip ederse de yaşadığı zor hamilelik nedeniyle  Türkiye’ye dönmek zorunda kalır..

Çocukları olduğunda daha büyük bir zorluğa göğüs germeleri gerekecektir çünkü Korkut adını verdikleri çocukları otistiktir....

Türkiye’ye dönüşte   Alman Büyükelçiliği’nde çalışmaya başlayan Sevgi Soysal  Özdemir Nutku’nun 1961’de Erdal Öz ve Ümit Serdaroğlu ile çıkardığı  Değişim dergisine yazılar yazar. Özdemir Nutku daha çok Attila İlhan’la özdeşleşen Son Mavi adlı derginin yöneticiliğini yapmıştır. Sevgi Soysal bu dergiyi uzaktan izlemekle yetinmiş, yazar kadrosuna dahil olmayı düşünmemiştir ama  Değişim dergisiyle yazmaya başlar....

Sevgi Soysal’ın Değişim’le  başlayan çıkışını Dost, Yelken, Ataç, Yeditepe dergilerinde yayımladığı yazıları ve çevirileri takip eder. Max Frisch’in Andorra ve Franz Kafka’nın Mezar Bekçisi adlı oyunları Soysal’ın bu dönemde çevirdiği eserlerdendir...

Sevgi Soysal 1962 yılında ilk öykü kitabı Tutkulu Perçem i yazar... Yalnızlık, bunalım, sıkıntı, yabancılaşma ve kaçış gibi marazi  duygulanmaları içeren Tutkulu  Perçem’de Jean-Paul Sartre, Albert Camus ve Simone de Beauvoir gibi yazarların da başını çektiği ve dünyayı kasıp kavuran varoluşçu-nihilist etkiler ağır basmıştır.

Sevgi Soysal’a ilk eleştiri, baba Mithat Yenen’den gelir ve “ ishal olmuş gibi yazıyorder kızı için ....İlk öykü kitabına, edebiyat dünyası da mesafeli yaklaşır. Atilla Özkırımlı ve Selim İleri gibi isimler daha olumlu ifadeler kullansalar da öyküleme noktasında eksikler bulmuşlardır....

Selim İleri  1977  tarihli yazısında bu eksikliği şöyle dile getirir:
 Tutkulu Perçem, gerçekte, bir dil ustalığını, çağrışım zenginliklerini,  ‘saçma’ya varan bakış açısını içerir. Kişi benliğini sorguya çekmektedir. Benlik, kişiyi yenip öne çıkmak istedikçe dilin gücüyle çağrışımların yaratacağı gülmece, onu alt eder; benlik, hiçlikle eşdeğerdedir böylelikle.(…) Tutkulu Perçem öyküleme sorununa pek eğilmemiş bir yapıttır. Hatta anlatma, çoğu yerde yazarın duygulanmalarıyla ezilir, ufalanır ...

Sevgi Soysal  hakkında Bir Sevgi’nin Öyküsü adlı kitabı yazan Mümtaz İdil gibi isimler de  Tutkulu Perçem’e öyküleme sorunundan çok feminist açıdan yaklaşmışlar ve Tutkulu Perçem’deki hikâyeleri kısmen feminist yaklaşımla ele alınan ezik kadın tipinin dünyaya bir başkaldırısı olarak  nitelendirmişlerdir...

Tutkulu Perçem’le yazarlığa yürüyen Sevgi Soysal’ı iş ve özel hayatında da vedalar ve yeni başlangıçlar beklemektedir..

Adalet Ağaoğlu, Mahir Canova, Kartal Tibet, Üner İlsever ve Çetin Köroğlu gibi önemli isimlerin kurucusu olduğu Ankara’nın ilk özel tiyatrosu Meydan Sahnesi’nde Haldun Dormen’in sahneye koyduğu Zafer Madalyası adlı eserle oyunculuk dünyasına adım atan Sevgi Soysal,  Başar Sabuncu adlı genç tiyatro yazarı ve oyuncusuyla beraber rol alır...

Eşi Özdemir Nutku ile 1964 yılında şiddetli geçimsizlik nedeniyle ayrılan  Sevgi Soysal, ikinci evliliğini aynı sahneyi paylaştığı dönemde kendisinden yaşça küçük olan ve yıllar sonra Türk sineması ve tiyatrosunun en verimli yönetmenlerinden biri olarak öne çıkacak Başar Sabuncu ile yapacaktır.

öykülerindeki kadınlar gibi hep sevgi arayan, 
sevilmeyi bekleyen Sevgi Soysal’ın
ikinci evliliği de uzun sürmez....

1964 yılında TRT Merkez Program Daire Başkanlığına getirilen Turgut Özakman’ın teklifiyle TRT’de program sorumlusu olarak çalışmaya başlar Sevgi Soysal...

Bugün bile bir çok kuşağın anılarında çok anlamlı yere sahip olan “Arkası Yarın ve “Çocuk Bahçesi programları için edebiyattan uyarlamalar yapar Sevgi Soysal...

Venüslü Kadınlar adlı oyunu da bu dönemin  meyvesidir. 1968’de Sevgi Sabuncu imzasıyla çıkar okurun  karşısına...Kitabın adı  Tante Rosa dır ve Rosa Teyze anlamına gelir...

14 hikâyeden oluşan, teyzesi, anneannesi hatta kendisini anlatan  bu kitap Sevgi Soysal’ın annesi Aliye Yenen’in çevirisi ve Selçuk Demirel’in çizimleriyle Almanya’da yayımlandığı gibi, yıllar sonra  Işıl Özgentürk’ün senaristliği ve yönetmenliğiyle “Seni Seviyorum Tante Rosa” adlı filme de konu olacaktır.

Sevgi Soysal, Mümtaz İdil’in kitabında da yer alan Adnan Binyazar ile yaptığı bir konuşmada bu kitabı niçin yazdığını ve kendisi için ne anlama geldiğini şöyle ifade etmiştir :
        
O büyük annemden başlayıp bende biten çizgidir… Ama ben Tante Rosa’yı bana miras kalan birkaç duyguyu, düşünceyi yaygınlaştırmak için yazmadım. Bütün bunları unutmuşum. Bu anılardan korku, utanma ve övünmelerden yıllar sonra, kendimi çok beceriksiz, varlığımı anlamsız, hiçbir şeyi gerçekleştirememiş bulduğum bir anda Tante Rosa’yı yazmaya başladım

Sevgi Soysal’ın  TRT  yıllarında kaleme aldığı bir diğer eseri de Yürümek adını taşır... 1970 yılında  yayımlanan ve TRT Roman Ödülleri yarışmasında Fakir Baykurt, Tarık Buğra, Abbas Sayar ve Oğuz Atay’la birlikte Başarı Ödülü’nü paylaşan Yürümek  eseri de Tante Rosa gibi Sevgi Soysal’ın yaşamından  ve çevresinden izler taşır.

Romanın baş kişileri,  Sevgi Soysal’ın  TRT’den yakın arkadaşı olan ve Reşat Nuri Güntekin’in kızı  Elâ Gültekin’le,  Elâ’nın tiyatro yapan nişanlısı Mehmet Keskinoğlu’dur. Sevgi Soysal romanına dahil ettiği yakın arkadaşları Elâ ve Mehmet’in isimlerini değiştirmek gerekliliğini bile duymamıştır ve bu durum yeni kırgınlıkların habercisidir. Sevgi Soysal bu yazdıklarında da yine kendini anlatmaktadır...

Sevgi Soysal’ın yakın arkadaşı olan Adalet Ağaoğlu bu gerçeği Damla Damla Günler kitabında şöyle yazar :

Sevgi’nin TRT yarışmasına gönderdiği Yürümek romanını çok sevdim. İlk romanı. Yazarı tanımak bazen çok iyi, bazen çok kötü. Tanıyınca, kitabı okurken: ‘Aa, bence burada Başar’ı yazmış!’ diyebiliyorsun. Baş kişisinin adı Elâ. İşimiz dolaysıyla yakın arkadaşımız Elâ Güntekin’in adını kullanmış, ama ben durmadan: ‘Hadi canım Sevgi, bu adın arkasına ne kadar saklansan nafile, kendini anlatıyorsun işte’ deyip durdum ...

Yürümek kitabının ilk baskısının kapağında Sevgi Soysal’ın  gözlüklü fotoğrafını gören Selim İleri de “Romanın kahramanı Elâ mı, yoksa Sevgi mi?” diye muzipçe sormaktan kendisini alamaz....

Yürümek romanının  içeriği de büyük tartışmalara sebep olur. Sevgi Soysal, o güne dek sadece üstü kapalı biçimlerde kaleme alınan cinsellik gerçeğine  alışılmamış bir üslup ve ustalıkla yaklaşarak odak noktasına oturtmuştur.
Gülten Akın, 1977 tarihli yazısında bu tavrı şöyle değerlendirir:

Türk romanında sanırım ilk kez bu denli gözü peklikle işlendi bu konu. Gözü peklik bilimsel bir tavırla besleniyordu. İçtenlikli ve dürüsttü yazar. Çeşitli çevrelerin, kişilerin cinsel anlayışını, tavırlarını sergiliyordu ....

Toplumun önce içten içe sonrasında da açık açık kaynamaya başladığı 1970’lerin çalkantılı zamanlarında yayınlanan Yürümek romanı  bu dönemde bir de yargılanma süreci yaşar....Sevgi Soysal hakkında kamu davası açılır ama suçlamalar düşer....

İlk roman denemesi etrafındaki yıpratıcı tartışmalar, hapislik günleri derken ikinci eşi Başar Sabuncu’dan da ayrılır Sevgi Soysal...

Bir röportaj için  gittiği Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde üçüncü eşi olacak Prof. Dr. Mümtaz Soysal ile tanışır... Adalet Ağaoğlu’na göre Sevgi Soysal ilk tanışmalarından itibaren Mümtaz Soysal’dan etkilenmiştir ancak siyasi olaylar ve hapislik günleri nedeniyle evlilik birkaç yıl sonraya sarkmıştır...

Tutukluluk dönemi sonrası TRT de çalışma şansı kalmaz Sevgi Soysal’ın... Haldun Simavi ve Altan Öymen’in girişimleriyle kurulan ANKA Haber Ajansı ile tanışır. Kızılay’daki tarihi gökdelen binasında bulunan ANKA, 12 Mart 1971 sonrasında  kamu kuruluşlarında çalışma şansını kaybeden  isimlerin bir araya geldiği adres olmuştur. Soysal’ın ANKA’da çalıştığı dönemde Mümtaz Soysal tutukludur ve Sevgi,  Mümtaz Soysal’ı ziyarete gitmektedir. Sonrasında Mümtaz Soysal dışarı çıkarken bu kez Sevgi ikinci kez Yıldırım Bölge’de tutukluk günleri yaşayacaktır...

Bütün yaşananlara rağmen  Sevgi Soysal, Mümtaz Soysal ile 1971’de Mamak Cezaevi’ndeyken  evlenir. Mümtaz Soysal’la  evlenerek  teyzesi Rosa’nın makûs talihini  kırdığını düşünen  Sevgi Soysal için hiç değilse duygu dünyasındaki vedalar ve ayrılıklar ömrünün sonuna dek bitmiştir.

Hapislik hayatı özel yaşamındaki yeni başlangıçları ve evliliğini engelleyemediği gibi yeni eserler kaleme almasını da önleyemez Sevgi Soysal’ın.... 1973 yılında yayımlanan ikinci romanı Yenişehir’de bir Öğle Vakti ve hapislik anılarını topladığı Yıldırım Bölge Kadınlar Koğuşu adlı eserleri bu zor  döneminin eserleridir Sevgi Soysal’ın....

Sevgi Soysal’ın  ikinci romanı olan  Yenişehir’de Bir Öğle Vakti de diğer eserleri gibi yaşanmışlığa dayanır ve ailesinden, kendinden,  çevresinden izler taşır.... Romandaki baskın kişilerden biri olan Selanikli İzzeddin Efendi’nin oğlu Necip Bey Sevgi Soysal’ın babasından yola çıkarak çizdiği bir tiptir. Romanın kilit noktalarından biri olan ve o dönem Ankara’sının seçkin insanlarının yaşadığı Yenişehir semtinde Sevgi Soysal’ın  çocukluğu ve genç kızlığı geçmiştir. Yine romandaki Piknik adlı mekân dönemin meşhur uğrak yerlerinden biri olarak uzun yıllar Sevgi Soysal ve arkadaşlarını ağırlamıştır.

Romanda olaylar zinciri insanların farkında bile olmadığı bir kavak ağacının sallanmasıyla başlar ve farklı farklı hayatlara misafir olunarak ağacın yıkıldığı ana kadar sürer. Kavak ağacıyla maskelenen simgesel anlatımın altında vurgulanan asıl mesele uyum sorunudur.

Yenişehir’de Bir Öğle Vakti, içerik ve anlatım açısından başarılı bulunurken roman tekniği açısından zayıf olarak tanımlanır...Türk Edebiyat Tarihi’nin en çalışkan isimlerinden ve artık aramızda olmayan Fethi Naci, Yenişehir’de Bir Öğle Vakti’ni küçük burjuvaziyi anlatan başarılı bir roman olarak gördüğünü belirttikten sonra Sevgi Soysal için asıl olan ‘roman yazmak’ değil, söylemek istediklerini okurlara iletmek: Arkadaş, Ankara’da işte bunlar, bunlar, bunlar yaşıyor; işte bunlar, bunlar, bunlar oluyor! Aç gözünü de gör! Romanın başarısı da buradan geliyor, başarısızlığı da.”  demiştir...

Sevgi Soysal, 1975’te son romanı Şafak’ı yayınlar... Şafak,  sürgün günlerinin ve baskıcı, işkenceli, acılı , savrulmalı  12 Mart Muhtırası döneminin romanıdır. 12 Mart’ın yaşattıkları, bireyler ve toplum üzerinde bıraktığı yıkıcı etkiler Şafak gibi pek çok romana konu olmuş ve bu romanlar, edebiyat dünyasında “12 Mart romanları sınıflandırmasıyla tanımlanmıştır...

1976 yılında Sevgi Soysal’ın son öykü kitabı olan Barış Adlı Bir Çocuk yayımlanır. Soysal, Şafak gibi Barış Adlı Bir Çocuk’ta da yazarlığını başka ufuklara taşır. Öykülerinde teknik açıdan dikkatsiz ve özensiz olmakla eleştirilen Sevgi Soysal,  son öykü kitabıyla bu eleştirilerin de kısmen önünü kesmiştir...

Ancak eleştiriler tam anlamıyla bitmez. Attilâ İlhan’ın da aralarında bulunduğu bazı isimler ‘yazdıkları arasında uçurumlar var’ diye tanımlar Sevgi  Soysal’ı...

Sevgi Soysal arkadaşı Attilâ İlhan’a yazdığı bir mektupta eleştirilere her zamanki öz güveniyle muhataplarını da inceden inceye alaya alarak cevap verir ve şunu der:
Bana sorarsan ben ilk günden beri yazdıklarımda, hiç de öylesi uçurumlar bulamıyorum bir türlü. Eh elbet kimse saymıyor yerinde, hayatta üç koca değiştirip, kanser de olabildiğime göre, Kızılay anıtı gibi, düşündüklerimi hep aynı taşa yontacak değilim ya ...

Sevgi Soysal hayatının son dönemlerine doğru  Yeni Ortam ve Politika gazetelerinde yazmaya başlar. Bu yazıları ölümünden sonra Bakmak adlı kitapta bir araya getirilecektir.

Sevgi  Soysal  1973 yılından  itibaren kadınların olduğu hemen her eylemde gazeteci ya da konuşmacı olarak yer alır... Attilâ İlhan, Sevgi Soysal’ı
Heyecanla yapılmış zorunlu solculuk hareketlerini desteklemeye çalışıyorsun. Bunların bir kısmı provokasyon hareketleri, yeni bir darbe hazırlanıyor, bunun tertipleri, dikkatli ol” diye uyarmak ihtiyacı duymuştur.

Bu uyarılar 12 Eylül 1980’de gerçeğe dönüşecektir...

Yasakların ve baskıların sınırlarını zorlamak ve kendince tavırlar geliştirmek  Sevgi Soysal’ın çocukluktan itibaren  seçtiği bir yoldur... Sevgi Soysal üzerine tez hazırlayan  Sefa Yüce’nin, Sevgi Soysal’ın arkadaşı  Varlık Özmenek’le yaptığı görüşmede ,  yaşanmış bir olay  öne çıkar. Varlık Özmenek’in anlattığına göre 12 Mart döneminde kırmızı ışıkta geçtiği için Sevgi Soysal’a para cezası kesilince Soysal, cebinden 50 lira çıkararak cezayı öder. O dönemde kırmızı ışıkta geçmenin cezası 5 liradır. Görevli  paranın üstünü geri vermek ister. Sevgi Soysal ise daha önce yedi kere daha kırmızı ışık ihlali yaptığını söyleyerek paranın üstünü almaz...

Sevgi Soysal, siyasi koşturmacının yanında yazmaya, üretmeye ve sürekli kendisini yenileyerek başka başka kulvarlarda şansını denemeye devam eder . Koreografisini kardeşi Duygu Aykal’ın yaptığı Oluşum balesi de bu denemelerden biridir. Toplumla, siyasî güçlerle, edebiyat dünyasıyla hatta kendisiyle savaşmaktan usanmayan Sevgi Soysal için 1975 sonbaharında yeni bir karşı cephe daha açılmıştır ve  alışılmış olandan daha da ısrarlıdır :

Kanser.

Meme kisti için yatırıldığı hastaneden bir memesi  alınmış olarak taburcu edilmesi zorlu yolun başlangıcıdır Sevgi Soysal için.
Sevgi kanserdir ve tedavi için de geç kalınmıştır. 1976 yılında bir ameliyat daha geçiren Sevgi Soysal, ardından eşi Mümtaz Soysal’la beraber Londra’ya gider.
Hastalığı hızla ilerlemektedir ancak Sevgi Soysal, Londra’da bulunduğu sırada da yazmaya devam ederek  Hoş Geldin Ölüm demektedir artık.

Yakın dostu Attilâ İlhan, Sevgi Soysal’ın bu günlerde verdiği savaşı ve kendi ölümünü bile nasıl planladığını Zeynep Aliye’ye verdiği bir röportajda şöyle anlatır:
 “Hastalıkla karşılaştığı zaman gösterdiği cesaret inanılmaz. Kanser olduğu kesinleştikten sonraki gün sanıyorum geldi. ‘Attilâ gel, ölümümü örgütleyelim’ dedi. Oturduk, önünde kalan zaman içinde neler yapabileceğini tasarladık. Ve onları yapabilmek için büyük bir gayretle çalıştı. Hoş Geldin Ölüm’ü yazmaya başladı. Bir hayli de yazdı. Sonra ne yazacaktı, nasıl bitirecekti bilmiyorum. Kanser gibi önemli bir hastalığın uç vermesinden sonra her insanın davranış biçimi değişiyor. Sevgi’de zalim bir hiciv, mizah durumu çıktı ortaya. Sonra Londra. Oradan bana mektup yazıyordu. İngilizce öğrenmeye çalıştığını, Londra’yı dolaştığını falan anlatıyordu. Yani çok sıkı durdu, ayakta öldü diyebilirim. O tarafı bir harikaydı. Mesela sürekli ölüme dair espriler yapıyordu. Espriler çok acıydı, hepsinde de zalim bir neşe vardı… Benim hissim, türküsünün yarım kaldığıdır...

Sevgi Soysal’ın, Attilâ İlhan’a yazdıkları da ölüm karşısındaki duruşu hakkında fikir verecek düzeyededir...Şunları demiştir Sefa Yüce’nin tezinde de yer aldığı haliyle Sevgi Soysal , Attila İlhan’a yazdıklarında: 

 Ankara’da neredeyse gerçekleşecek olan cenaze törenimden bir an önce sıyırayım derken, yanıma ala ala beş kitap almıştım. İki ciltlik ‘Sosyalist Düşünce Tarihi’, Wilhelm Reich’in ‘Dinle Küçük Adam’ı, Yakup Kadri’nin ‘Politikada 45 Yıl’ı, bir de senin ‘Hangi Batı’n .
Bu sonuncusunun yanımda oluşunun önemli bir yararı var; şimdi bu mektubu yazarken resmini karşıma koydum. Böylece, Ankara’daki candan sohbetlerimizin havasına girerim ha! Londra’daki, Mümtaz’ın eski öğrencileri de, İngiliz usulü cenaze törenine heveslendilerse de, hevesleri kursaklarında kaldı. Havaalanında beni sedye ile bekler bir hâlleri vardı çünkü ...

Sevgi Soysal için Londra’da da yapılacak bir şey kalmayınca ölümünden bir gün önce İstanbul’a getirilir.... Hep annesi gibi genç ölmekten korkan ve yakın çevresine sık sık “Benim annem 37 yaşında kanserden öldü, ben de kırkıma gelmeden öleceğim.” diyen Sevgi Soysal,  22 Kasım 1976’da, henüz kırk yaşındayken , Attila İlhan’ın deyimiyle  dudaklarında yarım kalan türküsüyle geride kalanlara hoşçakalın der....

Şu cümleler de Sevgi Soysal’dan okurlarına kalır ;

"eğer ölüm varsa, daha güzel bir hayatın, daha uygar insanların, daha insanca kuracakları bir hayatın gerçeği için vardır. yoksa ölüm, insanlar arasındaki kavgayı, bir insan ömrü içinde aşamadıkları sevgisizliği, çirkinliği daha kötü bir dünyaya aktarmak için değildir."

( sibel hatipoğlu’nun çok değerli katkılarıyla...)
         ( murat örem / 2010-2013 / ankara )

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder