*"114" ayrı ülkeden günlük ortalama "500" ziyaret !
*her cümle "5846" sayılı yasa korumasında !
*fotolar "ekseriyetle" büyütülebilir !
*sağ alttaki küçük dünya ?

5 Aralık 2012 Çarşamba

“ kitaplar , balıklardan akıllıdır “ diyen dedem benim....




ben çocukken bile adamdım...

hiç bilmiyorum öyle “isterim de isterim” diye tutturduğumu herhangi bir şeyi….

ar ederdim böyle süfli şeyleri konu etmeye...

mesela dondurma çok hitap etmezdi o zaman da bana...

alınırsa yerdim herhalde ama o kadardı…

annemden bir bardak su  babamdan olmayacak bir şey  istediğimi  hatırlamam…

onlar da hatırlamazlar...

anne babam ben  istemeden yaparlar  mıydı çok şeyi ?

“hayır  yapmazlardı”   dersem,  ikisinin de haklarını yemiş olurum…

“peki  çocuklarına sevgilerini göstere göstere  yaşarlar mıydı ?”  derseniz,
ona da “evet” diyemem ağız dolusu....

bunu dersem,  anne babaları(mızı)  aklayayım derken benim de içinde olduğum koca  bir çocuk kuşağın  hakkımı yemiş olurum…

çünkü anne babalarımız  sevmeye vardılar ama dolu dolu göstermeye yok…!!!!

oysa gösterilmeyen sevgi olmaz (mış)…

bu gerçeği bilselerdi, yine de yaparlar mıydı  o yanlışları.....

vallahi, herhalde  yine yaparlardı

‘yatılı okudukları öğretmen okullarının devlet derslerinde‘ mayaları en çok buna kodlanmıştı çünkü hemen hepsinin...

o yüzden altmışların,  yetmişlerin , seksenlerin   öğretmen kuşaklarının  çocukları canlarını dişine takarak iyi okullarda okuyup sonrasında  iyi işlerde de çalışsalar  hep öksüz ve yetim çocuk çığlıkları yankılandı göğüslerinde….

rutubetli öğrenci yatakhanesi koktu ruhları…

çocukken  uçurtma uçurmak, balık tutmak falan çok manasız şeyler gelirdi bana….
rüzgarın çıkmasını  beklemek, balığın oltaya gelmek için aptallaşmasını (!!!!) beklemek,  zekama hakaret gelirdi...

hakikaten acıklı bir  zaman kaybıydı...en az iki sıkı kitap biterdi o kadar zamanda...

çocuk kalbi’nin sayfalarında gezilirdi sıcak yaz günlerinde...
pal sokağı çocukları okunurdu pastör kardeşlerden nefret ederek..…
colnay ve barabas’ın artık barışmasını isteyerek...
terzi oğlu ernö nemeçek’e hüzünlenerek...

kırk küsur yaşında adam oldum ,  bugün bile elinde oltayla balık tutan birilerini görünce acımak gelir içimden   hala !!!!

dedem gibi,  “ efendiler kendinize gelin , kitaplar balıklardan akıllıdır “
demek isterim....

dedem bütün torunlarına yaptığı gibi yılda iki kere  yıldızlı pekiyili  karnemi eni konu görmek ister ve arasına benim için hatırlı sayılacak bir kağıt para sıkıştırırdı...

ptt müdürü emeklisiydi dedem  ve 1970’lerin balıkesir’inde çocuk giysileri satan ilk dükkanı açmaya karar verdikten sonra  vakti zamanında  memur ve müdürken   hiç ummadığı kadar para kazanmış, en çok  da kendisi şaşırmıştı bu işe....

doksana yakın yaşındaki ölümüne kadar dümdüz bir çizgide yürüdü  dedem…

pırasa dahil bütün zeytinyağlı yemeklere aynı oranda limon sıktı , tahin helvasını ve baklavayı aynı mutluluk duygusuyla yedi .  

“ bedia’nın şehriye çorbası gibisi yok” derken  sonsuzluğu keşfetmiş bir fizikçi kadar da ciddiydi...

bir de beşiktaşımızın tüm gollerine aynı sevinçle katıldı dedem  ömrü  boyunca…

karısı olan babaanneme bir tek gün bağırıp çağırmadı kalabalığın içinde...
teke tek kaldıklarında da  çok ileri gittiğini  hiç sanmıyorum....

dedem karısını , babaannem(iz) bedia’yı muhtemelen  hiiiiiiç aldatmadı…

muhtemelen,  başka hiçbir kadına , bir saniye bile yan gözle bakmak  aklına gelmedi…

seksenlerin sonunda babaannemle birlikte hacı olduğu  dönüş yolunda otobüsün içinde çerez yiyenlere de, hacı kafilesinin önüne bayrak asmak istemeyenlere de , sokaklarda  yüksek sesle konuşanlara   da aynı tepkiyle  kızdı dedem  kendini hala devletin memuru ve müdürü sanarak... …

istanbul’daki üniversite yıllarımda balıkesir’e gittiğimde “derslerin nasıl”  diye yirminci kez sorduğunda bana  “ dede ayıp oluyor önce bir nasılsın de”  şeklinde tepki gösterdiğimde de ne geri adım attı ne de bana kızıp  sitem etti …”oğlum sen iyi olmasan buraya nasıl gelirdin”  diye cevap verdi bıkıp usanmadan  ve karısına dönerek “bedia hanım bir kahveni içeriz” dedi….


ben  küçücük bir adamken tavlada da , bilek güreşinde de çok yenildi dedem bana…

o  zamanlar tabi ben dedemi bileğimin hakkıyla  yeniyorum sandım  bütün çocuklar gibi ….

ayaklarının üzerine çıkararak ellerimi sabunlamayı da ,  artık gitmeyi tümüyle bıraktığım bayram  sabahı namazlarında abdest almayı da,  bir davette söze nasıl girileceğini de  aynı ciddiyetle öğretti dedem bana da , ne eksik ne fazla…

formülü buydu ;  ne eksik ne fazla....

öyle ne neye göre eksik , neye göre fazla gibi felsefi sorulara girmez taa yirmi beş yıl önce hasan pulur’u okurken,  “doğru doğru”  derdi...

karne zamanlarında verdiği kağıt paralarla gidip onlarca kitap aldığımda da gururla baktı her seferinde ben daha onlu yaşların başındayken …

hayatta en çok kitap alın(ın)ca mutlu oldum galiba ben...

hayatta en çok torunları mutlu olunca mutlu oldu galiba dedem…

çocuklarını da çok sevmiştir mutlaka  dedem,   içlerinde babamın da olduğu...

en küçük  evladını tak diye beyin kanamasından kaybettiği gün bile hayatını değiştirmedi seksen küsür yaşındayken dedem …

yine balkona çıktı, yine kahvesi önüne getirildi, yine bahçeye çöp atanları kınadı ve yine gereksiz ampüllerin kapatılması gerektiğini söyledi  “milli servet, yazık “  diyerek…

o ciddi ciddi bunu söylerken yetmiş yıllık karısı babaannem de “öldürecek bu adam beni”   diye ağlıyordu yan odada….

oysa , ortada gerçekten bir ölü vardı ve yalnızca elli beş yaşındaydı daha ...

ölen  babam dahil   üç kardeşin en küçüğü olan Aşkın Amcamdı…

ikisinin evlatlarıydı…

seksen küsur yaşında babaannem ve dedem  kalmıştı....

her zamanki telaşı ve aculluğuyla sırayı   bozmuştu işte en küçük  evlatları  Aşkın Amcam...

çocuk giysileri sattığı  yıllarda,   ptt müdürlüğü günlerine göre çok büyük paralar kazanırken de  , Türkiye, serbest piyasa adı altında yüzde iki yüz karlara bile arsızca alışırken de asla ve kat’a  hiçbir malı , yüzde yirmi karın üzerinde satmadı dedem….

yüzde on dokuz da olmadı karı , yüzde yirmi bir de….

devleti ona ‘yüzde yirmi’ demişti ve o da devletinin iyi bir memuru, müdürü , emeklisi ve şimdi de esnafıydı…

karısına ağız dolusu onu çok sevdiğini belki hiç söylemedi ömrü boyunca dedem ama bedia sever diye haftada bir  beş  kilometrelik yolu yürüyüp kelle peyniri alıp geri döndüğünde yetmişli  yaşlarının sonundaydı…

yaşıtları odadan odaya ahlaya vahlaya bastonlarla salavatlarla giderken ihtiyarlıktan dolayı  dedem beş kilometreyi delikanlı gibi  yürüdü hep, ta ki parkinson olana kadar....

sevgi bile somut bir işe yaramalıydı dedem için…

mesela aldığı peynir hem ucuz  hem çok kaliteli, hem yağlı, hem az tuzlu olmalı hem de hayatındaki en  yakın kişileri  mutlu etmeliydi….

devleti ve karısını muhtemelen aynı kalple,  aynı teraziyle  sevdi dedem,  bunu hiç yadırgamadan...

bu yüzden,  elektrik makbuzunu zamanında öderken de , yetmiş yıllık karısını  kendi bildiğince  sevip önemserken de  aşinası olduğu  yolun dışına hiç çıkmadı…

yeni yol da aramadı....

gittiği yolu da hiiçç  yadırgamadı...kırk yılın müdür beyiydi o...devletinin memuruydu....

mesela bir tek demet çiçek alıp gitmişse eve,  çiçeği karısına vermek yerine masaya usulca koymuş  hemen arkasından da,  “bedia suyu çok harcamamak lazım  yazık milli servet” demiştir ….

muhtemelen  öyle yapmıştır...ve bunu hiç de rol yapmadan  yapmıştır....

babaannem bedia,     bütün kadınlar gibi biz torunlarına bile tatlı tatlı kocasından yakınırken,  dedem  tek kelime olumsuz laf etmedi karısıyla ilgili hiçbirimizin yanında son nefesine kadar.

karısı bedia  ağır bir ameliyata girdiği gün, Ankarada ameliyathane kapısında torunu muratla/benimle beklerken, ben bir kantine ineyim de yılbaşı çekilişi için bilet alayım derken bile aynı adamdı  dedem.. şaşkınlık,  yadırgama ve sitem  içindeki gözlerime bakarak bunu söylerken yüzünde en ufak bir umut ya da umutsuzluk yoktu....

sanki samuell  beckett karakterleri gibiydi ve birazdan ostragonla gidecekti....

ben de vladimir’le kalacaktım...

godot  da nah gelecekti....!!!!

o benim dedemdi…

selahi dedemdi….

balıkesir   balya ‘daki nüfus kütüğündeki  ismiyle , mehmet selahi örem   dedemdi....

ben çocukken de   daha ziyade adamdım......

bilmiyorum öyle çocuk gibi tutturduğumu herhangi bir şeyi ….

dedem her karne döneminde yıldızlı pekiyili karnemi eni konu görmek ister ve arasına hatırlı bir kağıt para sıkıştırırdı bütün torunlarına yaptığı gibi....

o paralarla gidip hemen kitaplar aldığımda da gururla baktı her seferinde yüzüme....

hayatta en çok kitap alınca mutlu oldum galiba ben..

hayatta en çok torunlarının yanında  mutlu oldu galiba dedem…

yaşım kırk beş  oldu,  geçmişte okuduğum binlerce kitabı neredeyse ayrı ayrı kokusundan bile  ayırt edebilirim bugün ..

ve hala,  elinde kitap taşıyan birinin o kitabı hakikaten okumak için alıp almadığını da şıp diye bilirim…

dedem de bilirdi.....
hem de kavunun hasını keleğinden,  insanın hasını  da curufundan  ayırmayı bilirdi

eh ben de onun torunuyum…

bilirim kimin neyi hak ettiğini….

iyi bilirim….çok iyi bilirim….

muratörem  / 13.01.2012….

2 yorum:

  1. Çok güzel bir anlatım. Babanı (taşkın hoca) saygıyla severdim. Ssrlk Yeni Mahallespor'un yöneticiliğini yapıyordu ben aynı takımda top oynarken.
    Bu samimi yaklaşımdan sonra m.selahi örem dedene de saygıyla sıcaklık duydum.
    Murat sen bizim övünç duyduğumuz bir kardeşimizsin...

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. sevgili nihat bal;
      babamın çok sahici bir yanı vardı...
      coşkusu sevinci ve kızgınlığı sahiciydi...
      o kadar sahiciydi ki yeni mahalle yöneticiliğinde hak mahrumiyeti cezası bile almıştı hakemle tartıştığı için :))) çok içten bir yorum yapmışsınız....size gönülden sevgi ve saygılarımı iletiyorum...

      murat örem...

      Sil